1 Temmuz 2014 Salı

Olimpos Dağı'nın Tepesinden Uçurum Aşağı

Buraya bir şeyler yazmayalı uzun zaman oldu. Son gönderimin tarihine bakıyorum da, yaklaşık bir yıl olmuş. Bir yıl boyunca neler yaptım; asıl sorulması gereken soruysa, bir yıl boyunca neden yazmadım. Bu satırları yazmadan evvel kendi üslubuma yakın bir üslupta ilerleyeyim diye daha önce yazdığım yazılara biraz göz gezdirdim ve bir şey dikkatimi çekti. Sanki Olimpos Dağı'nın tepesinden, ta en yukarısından insanlara sesleniyormuşum gibi bir üslupla kaleme almışım tüm yazılarımı. Sanki dağın gölgesinde benden bir şeyler öğrenmek için medet uman bir kalabalık varmış da, ben de lütfedip, didaktik bir tonda bu kalabalığa vaaz veriyormuşum gibi bir izlenim bırakmışım. Bilmiyorum; en azından yazdıklarımı tekrar okuduğumda bende böylesi bir his oluştu. Bunu yapmaya hemen bir son vermeye karar verdim, tabii ki. "Tabii ki" diyorum; çünkü bu bloga yazdığı ilk yazıdan itibaren toplumu değil bireyi savunan ve kişinin kendine yabancılaşmasının önüne geçilmesi gerektiğini iddia eden benim gibi biri bile az daha toplumun içinde eriyip gidecekti. Bu da sanırım neden bir senedir herhangi bir yazı girmediğim konusunda yeterince açıklayıcı olmuştur. Yazı girmedim; çünkü burada Olimpos Dağı'nın ta en tepesinden "Just Do It!" diye vaazlar okurken, ben kendim "Just Do It!" diye haykırmayı başaramamıştım. Bu üç kelime dilimin ta ucuna gelmiş, ama sese gelmeyi, isyanımın bir sembolü olmayı başaramamıştı. "Neden?" diye soruyorum kendime şimdi, "Neden başaramadım?" Her ne kadar bu soruyu cevaplamam tam anlamıyla mümkün değilse de, elbet benim de bir tahminim var. Toplumun elindeki belki de en büyük koz olan sevme, sevilme ve kabul edilme duyguları kesmişti nefesimi. Bu yüzden tam "Just Do It!" diyecekken kelimeler dilimin ucunda mühürlü kalmıştı. Bunların sistemin devamlılığı için yaratılmış birer illüzyondan başka bir şey olmadığını hatırladım tabii, şimdi burada bu satırları yazıyor olmam da bunun bir göstergesi; fakat itiraf etmeliyim bu hatırlayışın zamanlaması bana tam iki milyara patladı. Bu yazın temmuz veya ağustos ayında çıkacağım Karadeniz turu için gerekli malzemeleri tamamlayacağım yerde, o paradan katbekat fazla bir paraya bir bilgisayar aldım. Hani şu son çıkan oyunları en yüksek grafik değerinde oynamamı sağlayacak türden bir bilgisayar. Fakat ne oldu; daha bilgisayarı elime aldığım ilk günden artık benim o kişi olmadığımı anladım. Ben artık bu değildim. Bundan ibaret değildim. Benim duygularım, hayallerim ve ideallerim vardı. Bir bilgisayar başında oyun oynayarak hayatımı geçirmek niyetinde değildim. Belki bana iki milyara patladı ama olsun, tekrardan bütün bunların birer illüzyondan ibaret olduğunu fark etmek paha biçilmez bir duygu. Daha önceden -galiba bir önceki yazımda- bir paradoks listesi hazırlamıştım; o listeden üstünü çizdiğim bazı şeyleri nasıl edindiğimiyse açıklayamamıştım bu yazı hem biraz böyle geri dönüş mahiyetinde olsun, hem de ufak tefek şu aldıklarımı nasıl aldığımı açıklayayım dedim.

Öncelikle, benim için ve turumun geleceği için de elbet en önemli olan ekipmandan, belki de yolculuk boyunca can yoldaşım olacak bir arkadaştan başlamam gerekiyor: Bisikletimden. Bisikletim için uzun zamandır para biriktiriyordum aslında. Para biriktirmekten kastım para biriktirmeye çalışmak. "Çalışmak" diyorum çünkü kitaplara olan düşkünlüğüm ve onları görünce almamaya dayanamayışım sebebiyle paramın hepsi bana geldiği gibi D&R'ın kasasına gidiyordu (bu arada bundan sonra D&R'dan alışveriş yapmamaya da karar verdim. Sahaflar dışında herhangi bir yerden kitap almak yok artık!) Fakat bütün bu para biriktirmeye çalıştığım süre boyunca aklımdan çıkarmış olduğum bir faktör varmış: Baba faktörü. Aslında prensip olarak annemden ve babamdan yüksek değerde bir şey almayı kabul etmiyordum, fakat babam bütün ısrarlarıma rağmen "bu senin on sekizinci yaş günün; kitap her zaman alırsın, bana özel bir şey söyle" deyince benim de aklıma bisiklet olayı geldi. Çekine çekine söyledim: "Aslında ben para biriktiyorum ama..." filan da, falan da. Babam da "olur, alalım tabii"dedi.

Bisikletimi Delta Bisiklet'ten aldık. Bir önceki yazımda hazırladığım Paradoks Listesi'nde gözüktüğü gibi bir TREK FX 7.4. Satıcı elemanın üstün satış yetenekleri yüzünden 2013 modelini alma niyetiyle dükkana girerken 2014 modeli elimizde çıktık. Bir parça daha tuzluya geldi tabii. Bütün ekipmanlarla beraber (tekerleklerin değişip, özellikle yabancı turcular arasında pek popüler olan Schwalbee Marathon tekerlekler takılması; yetersiz frenlerin değişip, yerine daha güçlü frenlerin takılması -her ne kadar bu yeni frenlerin de arka freninde bir problem olduğunu hissetsem de-) yaklaşık iki milyara yakın bir para tuttu bu yeni bisiklet.

Delta Bisiklet'e uğramadan şu an maalesef adını hatırlayamadığım bir bisiklet dükkanına daha uğramıştık. Orası bana Delta Bisiklet'ten daha cana yakın gelmiş ve sahiplerinin turculuk konusunda daha bilgili olduğu izlenimini vermişti aslında. Sahipleri özellikle doğuda pek çok tur yapmış kişilerdi. Bir önceki yazımda yaptığım rotaya Batum'u katmam da, bu dükkanın sahiplerinden birinin bana önce Karadeniz'i dolaşıp, sonradan bir lira gibi sembolik bir rakama Gürcistan'a geçebileceğimi söylemesiyle olmuştu. Bana galiba her çarşamba dükkanda seminerler verildiğini, turlarını bitirmiş turcuların her çarşamba kendi turlarında başlarından geçenleri slaytlar eşliğinde anlatmak için dükkanlarına geldiğini, benim de hiçbir ücret ödemeden dinlemek için gelebileceğimi söylemişlerdi. Fakat biraz çekingen yapım nedeniyle, o seminerlerden hiçbirine gitmedim. Keşke gitseydim! Bakalım yeni bisikletim, yeni yol arkadaşımla koyulacağım maceraların, birlikte üstesinden geleceğimiz yolların ve tehlikelerin ardından belki ben de o dükkanda bir seminer veririm. Böylece dinleme fırsatını kaçırmış olduğum o seminerler yerine kendim çıkıp bir şeyler anlatmış, başımdan geçenleri başkaları yararlansın diye dile getirmiş olurum.

Paradoks listesinde üstünü çizdiğim diğer ekipmanlara bakıyorum şu an: Heybe çanta ile çadır var. Heybe çantayı yaklaşık bir yıl kadar evvel, şu an ismini hatırlayamadığım bir bisiklet dükkanının internet sitesinden sipariş ettim. 100 lira gibi bir şeydi sanırım; o yüzden hemen cebimden ödedim parasını. 55 litrelik bir çanta oluyor kendisi. Çadıra gelince, heh işte, işin en güzel kısmına geldik. Üç ekipman arasında en çok bunu alabildiğim için kendimle gurur duyuyorum. Çünkü eski hayatıma dair bir şeyi, PlayStation 3'ümü feda edip bu çadırı aldım. Gittigidiyor'dan ilan verdim önce, böyle ikinci el bir PlayStation var diye. İlan verdiğim günün akşamı bir adam site üstünden bana ulaştı ve "gel şu gittigidiyoru aradan çıkaralım, komisyon ödeme boşuna. 700 lirayı 600'e çek, ben senden direkt Eminönü'nden elden teslim alayım" dedi. Ben de "olur" dedim ve PlayStation'ımı o adama  satıp karşılığında aldığım 600 lirayla hemen Kadıköy'de ki K2 Outdoor'a gidip 3 Mevsimlik son derece hafif bir çadır aldım kendime.

Şimdiye kadar aldığım bütün ekipmanların hikayesi böyle. Geri dönüş yazımı da yazmış oldum böylece. Planlar dediğim gibi bir ara unutulmuştu ama şimdi benim hatırlamamla beraber tekrar hazırlanmaya başladılar. Pompa, arka bagaj, kanca, mat, uyku tulumu, fener gibi ekipmanları da tamamlamamın ardından bu Ağustos gibi yollara koyulmayı planlıyorum. Bakalım ne olacağı belli olmaz. Önümüzdeki yazıda yeni hazırladığım rotanın planını göreceksiniz büyük ihtimal. Onun hemen ardından gelecek yazılarda da bana bu seyahat tutkusunun nasıl yerleştiğini ve bana ilham veren kişileri okuyacaksınız.